Benim Adım Kırmızı Özeti

Benim Adım Kırmızı Romanının Önemi Hakkında Kısaca bilgi

Benim Adım Kırmızı romanı, birçok ülkede yılın kitabı seçilmiş, birçok ödül kazanmıştır. Yazar, nakkaşlar üzerinden sanatta üslup, özgünlük, Doğu ve Batı’nın bireyselliğe bakışı gibi konuları, mizahi unsurlar ve gerçek anlatıcılarla polisiye hikâye hâlinde ve tarihi roman biçiminde işlemiştir. Benim Adım Kırmızı, postmodernizm akımındaki romancılığımızın önemli bir örneğidir.

Benim Adım Kırmızı Romanın Özeti

Padişah, bir nakkaş olan Enişte Efendi’den gizli bir kitap için resim çizmesini ister. Enişte Efendi de Osmanlı sarayının ünlü nakkaşları Kelebek, Zeytin ve Leyfek’i kitabın nakışlarını yapmaları için görevlendirir. Kitabın tezhibini de Zarif Efendi yapmaktadır. Kitabın hazırlığına başlanmasından bir yıl sonra Enişte Efendi’nin yeğeni Kara gelir. Bunun üzerine Enişte Efendi kitap işini Kara’ya devreder.
Kara, eniştesinin kızı Şeküre’ye aşkını yanlış bir zamanda açıklamış ve Enişte Efendi ikisinin evlenmesine razı olmamıştır. Kara da eniştesinin yanından ayrılmış ve on iki yıl İstanbul dışında yaşamıştır. Bu süre zarfında başkasıyla evlenen Şeküre’nin kocası gittiği savaştan dönememiştir. Kara, İstanbul’a dönünce Şeküre’yfe evlenmenin yo Harını aramaya başlamıştır. Kitap yazım sürecinde kimi sıkıntılar oluşur. Husret Hoca Efendi ve Zarif Efendi geleneklere aykırı bir şey fer çevrildiğini anlar. Geceleri kahveye toplanan nakkaşlar ve hattatlar, bir meddahın resimlerle anlattığı Husret Hoca karşıtı eleştirel hikâyelerle eğlenirler.
Aşağıdaki metin, kahvehanede meddahın hikâyeler anlattığı bölümden alınmıştır. Romanın anlatıcılarından biri olan meddahın arkasında asılı duran minyatürdeki bir ağacın ağzından anlatım yapılmıştır.
Ben Bir Ağacım
Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım.
1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan’a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık.
2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. (…)
3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:
AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ
Acem Şahı Tahmasp, ki hem OsmanlI’nın baş düşmanıydı, hem de cihanın en nakışsever padişahıydı, bundan kırk yıl önce bunamaya başlayınca ilk iş eğlenceydi, musikiydi, şiirdi, nakıştı, bunlardan soğudu. Kahveyi de bırakınca kafası durdu; asık suratlı, karanlık ihtiyarların evhamlarıyla OsmanlI’nın askerinden uzak olsun diye payitahtını o zaman Acem mülkü olan Tebriz’den Kazvin’e taşıdı. (…)
Böylece, Tebriz’de yirmi yıldır cihanın en büyük harikalarını yapan mucize elli ciltçiler, hattatlar, müzehhipler, nakkaşlar çil yavrusu gibi şehir şehir dağıldılar. Bunların en parlaklarını, Şah Tahmasp’ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed’e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat’ta en büyük şair olan Câmi’nin Heft Evreng’inin yedi mesnevisini yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. Akıllı ve hoş yeğenini hem seven hem kıskanan, kızını ona verdiği için pişmanlık duyan Şah Tahmasp bu harika kitabı işitince haset etti ve öfkeyle yeğenini Meş-hed valiliğinden Kain şehrine, sonra yine bir öfkeyle daha küçük Sebzivar şehrine sürdü. Meşhed’deki hattatlar ve nakkaşlar da böylece başka şehirlere, başka memleketlere, başka sultanların, şehzadelerin nakkaşhanelerine dağıldılar.
Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza’nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatli bir kitap-darı vardı. Bu adam atına biner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz’a gider, oradan en zarif nestalik hattı yazan hattat için iki sayfayı alır İsfahan’a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara’ya çıkıp Özbek Hanı’nın yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanlarını çizdirir; Herat’a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat’ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain’e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mirza’ya gösterip aferini alırdı.
Bu gidişle kitabın hiç bitmeyeceğini anladılar ve Tatar ulaklar tuttular. Her birinin eline üzerine işlenip yazılacak sayfayla birlikte sanatçıya istenilen şeyi tarif eden birer mektup verdiler. Böylece bütün Acem ülkesinin, Horasan’ın, Özbek memleketinin, Maveraünnehir’in yollarından kitap sayfalarını taşıyan ulaklar geçti. Ulaklar gibi kitabın yapımı da hızlandı. Bazen elli dokuzuncu yaprakla yüz altmış ikinci yaprak karlı bir gece kurt ulumalarının işitildiği bir kervansarayda karşılaşır, yarenlik ederken aynı kitap için çalıştıklarını anlayıp, odalarından çıkarıp getirdikleri sayfaların hangi mesnevinin neresine düştüğünü, birbirlerine göre yerlerini anlamaya çalışırlardı.
Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla’yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun’a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind’i fethederken başına güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender’in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım?
Ulağı öldürüp beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. Beni şehir şehir gezdirdikten sonra korktuğum gibi yırtıp atmadı bu haydut, bir handa ince bir adama (…) sattı. Geceleri bazen ağlar ve mum ışığında bana bakardı bu zavallı ince adam. Kaderden ölünce mallarını sattılar. Beni alan üstat meddah sayesinde tâ İstanbul’a kadar geldim. Şimdi çok mutluyum, bu gece burada OsmanlI Padişahı’nın siz mucize elli, kartal gözlü, çelik iradeli, zarif bilekli, hassas ruhlu nakkaşları ve hattatları arasında olmaktan şeref duyuyorum ve Allah aşkına, bir üstat nakkaşın duvara asılsın diye beni kötü kâğıda alelacele çizdiğini söyleyenlere inanmayın diye yalvarıyorum.
(…)
Zarif Efendi’nin kendi işlerini engelleyeceğini sanan nakkaşlardan biri Zarif Efendi’yi öldürür. Onun ölmesiyle nakkaşhanede işler eskisi gibi yürümez ve her şey değişir. Padişah, Üstat Osman’a ve Kara’ya katili bulma işini verir. Katil bulunur. Katil ile kavgaları sırasında Kara, ağır yaralanır. Katilin bulunması bütün nakkaşları rahatlatır ve her şey eski hâline döner.

11 Comments

Düşüncelerinizi Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir