Yeniçağ’da Tarih Anlayışı

Yeniçağ’da Tarih Anlayışı

Ortaçağ’da tarih hem Avrupa’da hem de İslam coğrafyasında dinsel bir amaç için, genelde salt aktarım biçiminde kendini göstermiş, Aydınlanma düşüncesi ile insan aklına uygunsuzluğu nedeniyle Descartes (1596-1650) gibi bazı filozoflarca değersiz bulunmuşsa da Hegel (1770-1831) ve Kant (1724- 1804) gibi bazılarınca da “bir dünya vatandaşlığı” için olası pragmatik değeri tartışılmıştır. Bu dönemde Concorcet (1743-1794) ve Voltaire (1694-1778) ile gelişen rasyonel tarih anlayışı ve betimsel tarih yazımı, Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı ulusçuluk akımı sayesinde tüm bilgi alanları arasından seçilerek, her devletin “şanlı ve büyük” geçmişini ortaya çıkarma çabasına sağladığı katkı kadar da önemini korumuştur.

Bilimsel bilgi ve yöntemlerin büyük saygınlık kazandığı 19. yüzyılda, tarihçiler de tarih yazıcılığını bilimsel ilke, kural ve yöntemlere oturtarak, bilimsel nesnelliğe sahip bir tarihsel bilgi üretmenin arayışına girdiler. 19. yüzyılda “bilimsel tarih” arayışı temel olarak iki farklı yaklaşım üretmiştir. Bunlardan birine göre, geçmişin doğru ve bilimsel olarak bilinebilmesi, doğa bilimleri yöntemlerinin tarih yazımı alanında uygulanmasına bağlıydı. İkinci görüş ise, tarihin kendine özgü bilimsel yöntemleri olan bağımsız bir beşeri bilim dalı olması gerektiğini savunuyordu.

Auguste Comte (1798-1857) öncülüğünde gelişen Pozitivizm yaklaşımı, doğa bilimlerinde uygulanan ilke ve yöntemlerin tarih gibi beşeri ve sosyal bilimlere de uygulanmasını savunuyordu. Buna göre her türlü bilgi, doğrudan gözlemlenebilen olgulara dayanmalı ve tüm bilimsel çalışmalar olguların temelinde yatan genel kanunların keşfine yönelik olmalıdır.

Pozitivistlere göre, doğa bilimlerinde olduğu gibi insan topluluklarını inceleyen bilimlerde de tümevarım yöntemi kullanılarak gözlemlerden bilimsel genellemelere ulaşılabilirdi. Böylece doğa bilimlerinin doğanın kanunlarını bilimsel bir şekilde açıklaması gibi, sosyal alanlarda da bilimsel metotların kullanılmasıyla insanlık ve toplum yapısını belirleyen kanunlar bilimsel ve kesin bir şekilde ortaya konulabilirdi.

Pozitıvist düşünür ve tarihçilere göre tarihin bir bilim olabilmesi için tek tek tarihsel olay ve kişilerle ilgilenmek yerine, doğa bilimlerinin yöntemlerini kullanarak tarihsel gelişimin değişmez kanunlarını keşfe yönelmesi gerekmektedir. Tarihin hikâyeci anlayışla ele alınmasına ilk yıkıcı darbe ancak 1830 yılında Alman tarihçi Leopold von Ranke’den geldi. Tarih biliminin gelişimine önemli katkılarda bulunmuş olan Ranke, her şeyden önce tarihin, felsefe ve edebiyattan bağımsız, ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesini sağladı.

Leopold von Ranke, 1830’lu yıllarda görünür olan tarihten ahlak dersleri çıkarmaya meyilli yaklaşımlara yönelik haklı itirazında “geçmişi yargılamak, gelecek çağların yararı için bugüne yol göstermek gibi yüce bir görevi tarihin üstlenemeyeceğini, “tarihin yalnızca ne olduysa (nasılsa) onu öyle göstermek isteyeceğini” dile getirmiş, bu değerlendirmesi ile tarihsel yoruma karşı çıkmıştır. Leopold von Ranke, tarihçinin görevinin sadece olgulara dayanan objektif bir tarih (belgelerde kaydedildiği şekliyle tarih) ortaya koymak olduğunu savunmuştur.

Ranke’nin geliştirdiği bu teori kendinden sonra üç kuşak Alman, İngiliz ve Fransız tarihçileri tarafından da takip edilmiştir. Ranke’nin tarih disiplinine katkılarından bir diğeri ise belge inceleme ve kritik etme yöntemini geliştirmesi olmuştur ki, bugün de pek çok ülkede tarih bölümlerinde verilen eğitiminde belge değerlendirme dersleri Ranke’nin koyduğu ilkeler doğrultusunda yürütülmektedir.

Fransa’da oluşan Metodik Okul akımı, “bilimsel tarih” yaklaşımının gelişmesinde ve yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Bu akım, Alman okulunun etkilerinin yanı sıra, Fransa’nın kendi tarihçilik geleneğinin etkisinde biçimlenmiştir. Bu akıma mensup iki Fransız tarihçi, Charles-Victor Langlois (1863-1929) ve Charles Seignobos (1854-1942), 1898’de yazdıkları Tarih Tetkiklerine Giriş (Introduction aux etudes historiques) isimli eserde tarihin yöntemleri, bilimsel ilke ve kurallarını bütüncül ve sistemli bir biçimde ortaya koymuştur.

Langlois ve Seignobos’ya göre tarih, yalnızca belgeye dayanılarak yazılabilirdi. “Belge yoksa tarih de yoktur” anlayışı keskin ifadesini onlarda bulmuştu. Almanların idealist Hegel mektebine mensup tarihçileri (Ranke, Mommsen ve Droysen) ile Fransız tarihçiler (Taine ve Michelet) toplum ruhunu ön plana çıkarmışlar, Fransız tarihçiler Langlois ve Seignobos ise milli ruhu reddetmişler, cemiyet ruhunu bir mit olarak görmüşlerdir. 19. yüzyıl tarih yazımının en belirgin özelliklerinden birisi devlet ve siyasetin tarihin temel konusu olmasıdır.

Siyasi tarih eskiçağlardan beri tarih yazımının en önemli dalıydı; ama bu yüzyılda daha da önem kazandı. Çünkü 19. yüzyıl, Avrupa’da ulus-devletlerin yükseldiği çağdı. Devletlerin oluşma süreci, devletlerarası ilişkiler, devletlerin anayasal yapılarının gelişimi gibi konular tarihçilerin en fazla ilgilendiği hususlardı. Bu dönemde ayrıca tarihçiler ulus-devlet ideolojisine uygun olarak “milli tarih anlatıları” kurma peşindeydiler.

Milli tarihte devletlerarasındaki rekabet, askeri zaferler ve büyük devlet adamları gibi konular ön plana çıkıyordu. Tarihçilerin devlet merkezli bir tarih yazımını benimsemelerinde kullandıkları kaynakların da etkisi vardı. 19. yüzyılda tarih yazımında birinci el tarihi belgelerin önemi arttıkça, tarihçiler, devlet arşivlerinden daha büyük ölçüde yararlanmaya başladılar. Devlet arşivlerindeki belgeler toplumsal ve kültürel hayattan çok, devlet ve siyasetle ilgili konuları ele alıyordu.

19. yüzyılın sonlarına doğru devlet ve siyaset merkezli tarih yazımı anlayışı eleştirilmeye başlandı. Batı Avrupa ve ABD’deki tarih yazımında siyasi olaylar ve devlet adamları üzerinde yoğunlaşan anlayışı sorgulayan ve toplumun, ekonominin ve kültürün rolüne daha fazla önem veren yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı.

Siyasi tarih merkezli anlayışı sert bir şekilde eleştiren Annales Okulu temsilcileri, dünyanın ekonomik bunalım geçirdiği bir zamanda sosyal bilimlerin de bir kriz içinde olduğunu düşünüyorlardı. Bu krizden bir çıkış yolu olarak sosyal bilimlerin birbirinden yardım alan çalışmalar yapması gerektiği üzerinde durdular.

Sosyoloji, coğrafya, antropoloji, psikoloji, ekonomi gibi sosyal bilim dallarının yaklaşımlarını ve bilgi birikimlerini tarihe taşıyarak, siyasi tarihle sınırlı kalmayan, tarihi toplumsal, ekonomik ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak ortaya koymayı hedefleyen bir yaklaşım geliştirdiler. Bu tarihçilerin eserlerinde siyasetin rolü göz ardı edilmese de, tarihin esas belirleyicileri artık devletler, krallar ve diğer önemli tarihi şahsiyetler değil, toplumsal dinamikler oldu. Dolayısıyla tarihsel değişimin açıklanmasında siyasi olayların ve devlet adamlarının eylemlerinin rolü azaldı, farklı toplumsal grupların tutumları ve eylemleri, toplumsal zihniyetlerin değişimi, coğrafi faktörlerin rolü, ekonomik ve ticari gelişim, üretim tekniklerindeki değişim gibi faktörler ön plana çıktı.

Ayrıca tarihin çalışma alanı oldukça genişlemiş, daha önceden tarihçilerin pek ilgi duymadıkları konular tarih yazımının parçası olmaya başlamıştı. Mesela kırsal kesim ve köylüler Annales tarihçilerinin en çok ilgi duydukları ve araştırdıkları alanlardan birisiydi. Annales Ekolünün 19. yüzyılın tarihçiliğine önemli eleştirilerinden birisi bu tarihçiliğin tarihi sadece yazılı arşiv belgeleri üzerinden ve birbirini takip eden olaylar zinciri olarak okumasıydı.

Yazılı belgenin kalmadığı veya yetersiz olduğu dönemin ve konuların tarihinin yazılamayacağı fikrini kabul etmiyorlardı. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji ve dilbilimi gibi alanların yardımıyla bu dönemlerin de tarihleri ortaya çıkarılabilirdi. Dolayısıyla tarih yazımının, konularıyla birlikte kaynaklarının da genişlemesi söz konusuydu.