Göç Destanı

Göç Destanı Hakkında Kısaca Bilgi

Bu Türk destanı da Uygur Türklerinin destanıdır. Türeyiş destanının doğal bir devamı niteliği taşımaktadır. Günümüzde, Orhun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray harabesi vardır ki çok eski zamanlarda buraya Ordu Balık adı verildiği düşünülmektedir.

Büyük Uygur Destanı’nın, Ordu Balık adlı şehirdeki saray harabesinin önünde bugün bile gözlemlenebilecek bir biçimde duran anıtlarda yazıldığını Hüseyin Namık Orkun’ un yazdığına göre bu anıtlar, Moğol Hakanı Öğüdey döneminde Çin ülkesinden getirilen uzmanlara analiz ettirilerek Göç Destanı Türkçeye çevirtilmiştir.

Çin ve İran kaynaklarında Göç Destanı’nın iki farklı anlatımı bulunmaktadır. Ancak bu iki anlatım birbirine karşıt değil, tamamlayıcıdır. İran kaynaklarındaki anlatım, tarihsel gerçeklere daha yakındır ve ayrıca Uygurlar’ın Maniheizm dinine geçişini anlatan bir efsane niteliğindedir. Bu İran versiyonu, Cüveynî’nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.

Göç Destanı Konusu

MS 8. yüzyılda yaşamış olan Bögü Kağan, Göç Destanı’nda önemli bir rol oynayan Uygur kaganıdır. 763 yılında, Maniheizm dinine ait rahipleri çağırtarak onları dinlemiş ve Uygur Devleti’nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Ancak, efsanenin Bögü Kağan’ın Mani dinine gönüllü olarak katıldığını anlatan İran kaynaklarına dayanan varyantında olduğu gibi, destanın temaları ve inançları Mani dininin ilkelerine göre değil, Orta Asya kültürüne ait ögeler, Eski Türk inançları ve Budizm gibi diğer dinlerle birleştirilerek anlatılmıştır.

Göç Destanı Kısaca Özeti

Uygurların vatanında “Hulin” isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gök yüzünden ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu.

Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi.

Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.

İran Varyasyonu

Uygur bölgesinde, Kara-Kurum çaylarından akan iki nehir bulunurdu. Bu nehirlerden birine Togla, diğerine ise Selenge ismi verilirdi. Bu iki nehir, Kamlançu’da buluşarak birleşirlerdi. Bu iki nehren arasında, büyümüş olan iki ağaç bulunurdu. Bu ağaçlardan biri fusuk, diğeri ise tur ağacıydı. Her mevsimde, yaprakları dökülmeyen bu ağaçlar, iki dağın arasında yetişip büyümüştü.

Bir gün, iki ağacın arasına gökten bir ışık düştü. Yanındaki dağlar yavaşça büyümeye başladı. İnsanlar şaşkınlık içindeydi ve saygıyla yaklaştılar. Ağaçların yanına geldiklerinde kulaklarına hoş ve güzel ezgiler çalmaya başladı. Her gece buraya ışık iniyor ve ışığın etrafında otuz kere şimşek çakıyordu. Bir gün insanlar, burada beş ayrı çadırın kurulduğunu gördüler. Her çadırda bir çocuk oturuyordu ve önlerinde onları doyuracak kadar süt dolu emzikler asılıydı. Çadırın tabanı, gümüşle kaplanmıştı.

Tüm kabile liderleri ve halk, bu olağandışı olayı görmek için harekete geçti. Manzarayı gördüklerinde saygıyla eğildiler ve selam verdiler. Çadırlara girip çocuklarını dışarı çıkardılar ve onları beslemek ve büyütmek için dadılara ve süt analarına teslim ettiler. Çocuklar büyüdükçe Uygurlara ana-babalarını sordular. Uygurlar, iki ağacı gösterdiler ve çocuklar ağaçları görünce babalarına olan saygılarını göstermek için onların karşısında saygıyla eğildiler ve yerleri öptüler.

Ardından ağaçlar konuşmaya başladı ve şöyle dedi: “Güzel huylar ve iyi özelliklerle dolu olan çocuklar, ana babalarına saygı gösterirler. Size uzun bir ömür, büyük bir isim ve sonsuz bir ün dileriz.” Çevredeki tüm kabileler bu çocuklara hükümdar oğulları gibi saygı gösterdiler. Şehre döndüklerinde, her bir çocuğa bir isim verdiler. En büyüğü Sungur Tigin, ikincisi Kotur Tigin, üçüncüsü Tükel Tigin, dördüncüsü Or Tigin ve beşincisi de Bögü Tigin oldu. Çocukların doğduklarındaki kutsal durumu görenler, onlardan birinin kagan seçilmesine karar verdiler.

Bögü Tigin, diğer çocuklara kıyasla güzelliği, boyu, sabrı, iradesi ve ileri görüşlülüğüyle öne çıkıyordu. Ayrıca, tüm milletlerin dillerini ve yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan seçilmesi fikrinde birleşti ve Bögü Kağan büyük bir törenle tahta geçti. Adaletli bir yönetim anlayışıyla ülkeyi yönetmeye başlayan Bögü Kağan, ordusu, hizmetlileri ve atları ile güçlenmeye devam etti. Egemenlik süresince, Bögü Kağan’a üç karga yardım etti. Bu kargalar, dünya dillerini biliyorlardı ve herhangi bir olay olduğunda Bögü Kağan’a bildirirlerdi.

Bir gece Bögü Kağan uyuduğunda, penceresinin önünde bir kızın görüntüsü belirdi ve onu uyandırdı. Bögü Kağan endişelendi, ancak kızı görmemiş gibi davrandı ve kendisini uykuda gibi gösterdi. İkinci gece kız tekrar geldi. Bögü Kağan, yine onu görmemiş gibi yaptı ve kendisini uykuda gösterdi. Ertesi sabah Kağan, vezirine danıştı. Üçüncü gece kız yine geldi ve Bögü Kağan, vezirinin tavsiyesine uyarak kızı alıp Ak-Dağ’a götürdü.

Bögü Kağan ve kız bu dağda gün ağarana kadar konuştular. Yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün boyunca her gece kız Bögü Kağan’a geldi ve konuştular. Ayrılmadan önce kız şöyle dedi: “Doğudan batıya kadar tüm dünya senin liderliğin altına girecektir. İşlerini sıkı tut ve iyi çalış.”

Ertesi gün Bögü Kağan ordularını topladı ve 300.000 askerini Sungur Tigin’in komutasında Mogol ülkelerine saldırmak için gönderdi. Kotur Tigin’i ise 100.000 askeri ile Tankut ülkesine yolladı. Tibet yönüne ise Tükel Tigin’i gönderdi. Kendisi ise 300.000 askeriyle Hıtay’a yöneldi. Or Tigin’i ise Kagan vekili olarak görevlendirdi. Bögü Kağan’ın orduları zaferlerle geri döndü ve getirdikleri sayısız mal, para ve ganimetler ile ülkeyi zenginleştirdi. Bögü Kağan, Orkun Irmağı’nın kıyısında bir kent olan Ordu-Balıg’u kurdu ve burayı başkent ilan etti. Doğu ülkeleri Bögü Kağan’ın hakimiyeti altına girdi.

Bir gece Bögü Kağan, ak giysilere bürünmüş yaşlı bir adamın yanında çam kozalağı büyüklüğünde bir taşla göründüğü bir rüya gördü. Yaşlı adam taşı ona verdi ve “Bu taşı saklarsan, dünyanın dört bir yanında milletinin buyruğu altına alacaksın.” dedi. Başvezir de aynı rüyayı gördü. Bögü Kağan hemen ordusunu topladı ve batıya doğru yola çıktı. Türkistan’da dinlenmek için çayır çimenle döşenmiş bir yere geldi ve orada Balasagun kentini kurdu. Orduları tüm dünyayı fethettiler ve Türklerin karşısında duracak hiç kimse kalmadı. Ancak Türk orduları, hayvan ayaklı acayip biçimli yaratıklarla karşılaştı ve insanların olmadığını anlayarak geri döndüler.

Sonrasında Uygur hükümdarları birer birer Bögü Kağan’ın huzuruna gelerek bağlılıklarını ve saygılarını sundular. Fakat aralarında Hint hükümdarı çok çirkin olduğu için Bögü Kağan, onu katına kabul etmedi. Törenin ardından Bögü Kağan, hükümdarlara kendi ülkelerine dönmeleri ve kendi bölgelerini yönetmeleri talimatını verdi. Hükümdarların Bögü Kağan’a ödeyecekleri vergi miktarı da ayrıca bir toplantıda belirlendi. Yeryüzü artık zapt edilmiş, Bögü Kağan’ın karşısında duracak kimse kalmamıştı. Bunun üzerine Bögü Kağan, geri dönmeye karar verdi ve yurduna ulaştı.

O dönemde Uygur topluluğunun din adamlarına “kam” deniliyordu. Kamların cinleri kontrol ettiği ve onların istediklerini yaptırdığı düşünülüyordu. Türkler ve Moğollar kamlara büyük önem verirlerdi, işlerine başlamadan önce kamlara danışır ve ona göre hareket ederlerdi. Hastalarının da tedavisi için kamların yardımı alınırdı. Kamların en güçlü oldukları zaman, iyi ve kötü ruhlarla iletişim kurdukları ve onlarla konuştukları düşünülürdü.

Bögü Kağan zamanında, Uygurlar Çin kaganına elçiler göndererek, kendi dinlerine uygun olan ve “Tüvinyan” olarak adlandırılan din adamlarını göndermesini talep ettiler. Nom, Çinliler’in din kitaplarının adıydı ve Çinliler, bin yıl önce yaşamış bir adamın bile bugün hala yaşadığına inanırlardı. Çin’den, Nom kitaplarına vakıf olan din adamları geldi. Kamlarla bir araya gelen bu din adamları, kendi din kitaplarını paylaşarak tartışmalara girdiler. Ancak kamlar bu tartışmada yenik düştüler. Uygurlar, bu tartışmadan sonra Çin’den gelen yeni dini kabul ettiler ve bu din Maniheizm olarak bilinir.

Düşüncelerinizi Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir