Edebiyatçılar Nasıl Yazıyor?
BEN DENEMELERİMİ ŞİİR GİBİ YAZARIM (SALÂH BİRSEL)
Ben denemelerimi şiir gibi yazarım. Boyuna sözcükler, tümcelerle boğuşurum. Bir yerde, yazının iplerini çekenin ben olmadığımı, benim yerime, deneme yapısına karışmış sözcüklerin karar verdiğini, buyruklar savurduğunu görürüm. Kimi zaman belli bir tümceye denememde yer vermek istediğim halde, bunun üstesinden gelemem. Denemenin yapısı, denemedeki öteki tümcelerin sıralanışı buna engel olur.
Uzun, upuzun denemelerimi de parça parça yazar, onları sonradan birbirine eklerim. Ne ki, bu parçalar kafamda önceden belirlenmiştir. Yalnız, kurguya yani o büyük yapıya, Çin Seddi’ne geçerken parçaların yerlerini değiştirdiğim ya da onları böldüğüm, karptığım olur. Kurguyu bitirdikten sonra da denemeyi, baştan başlayarak, yeniden yazmaya koyulurum. Kendi gözyaşlarıma bile bakmam, yeni budamalara girişirim. Şu var ki, bu parçaların hazırlığı çok önceden yapılmıştır. Onlarla ilgili kitaplar okunarak bir sürü fiş çıkarılmış, parçanın tümceleri kafamda oluşturulmuştur. Yazarken bu fişlerden, bu alıntılardan çoğunu elemeye de büyük bir özen gösteririm. “Oh, denemeyi bitirdim” dedim mi, bu, doğru değildir.
Asıl curcuna ondan sonra başlayacaktır. Deneme yeniden okunacak, kimi yerler yine atılacak, kimi yerlere yeni eklemeler yapılacaktır. Bunlar için de hiç tez canlılık göstermem. Hiçbir şeyi zorlamadan -zorlamamak en önde gelir- bir kaplumbağa yürüyüşüyle ilerlemeye çalışırım. Ama bir karınca gibi de sağa, sola saldırırım. Diyeceğim, tümcelerin kalemime, daktiloma (yazarken bunların ikisini de kullanırım) takılması için bıkmadan, yılmadan beklerim. Kimi zaman bir tek tümce için, bir tek düşünce için 12 saat çabaladığım olur. Çünkü yazıyı bırakmış, yan okumalara geçmişimdir. Ah, o yan okumalar, onlar beni iyiden iyiye yorar, iflahımı keser. Nedir, kafamda çakan şimşekleri de çokluk onlar ateşler.
Haa bakın, yan okumalar, kimi zaman da hiç bir işime yaramaz. Bütün birgün, bütün bir hafta birşeyler bulabilirim umuduyla yaptığım çalışmalardan günbatımında ya da hafta sonunda elim boş olarak döndüğüm olur. Kimi zaman da bunlardan yeni bir denemede yararlanabileceğim ipuçları ve gözeler (hücreler) çıkarırım. Çokluk da gündüzleri çalışırım. Geceleri televizyonda ilginç bir film varsa -böyle bir şeye çok az rastlarım- onun karşısında yorgunluk çıkarırım. Yoksa -ki bu beni çok sevindirir- yeni bir deneme için okumalara girişirim. TV’deki açık oturum ve forumları kesinlikle izlemem. Başkalarının başkaları önündeki düşüncelerinin işe yarayacağına inanmam.
Benim bir yanım da şudur: Ben denememi sözcüklerden çok, olaylarla yazarım.
Nasıl yazar olunur?
BENİM YÖNTEMİM, NERDEYSE YÖNTEMSİZLİK (ADALET AĞAOĞLU)
Öyle ya, her işin bir yöntemi var: Pilav pişirmenin, etek dikmenin, arşiv tutmanın, kitap dizmenin, köprü kurmanın, tohum ekmenin, vida takmanın, adam tutmanın, adam elemenin, cinayet işlemenin… Her şeyin, her işin bir yöntemi var. roman yazmanın da bir yöntemi olmalı, değil mi? Yapılan bütün bu işler, çağlar boyunca ve değişen koşullar altında yöntemlerini de değiştirmişler, daha doğrusu geliştirmişlerdir. Hele cinayet işlemede alınan yol, geliştirilen, çoğaltılan yöntemler insanın aklını durduracak boyutlara vardı artık.
Roman yazmanın yöntemleri de, başlangıcından bu yana zaten yazardan yazara değişkenlik göstermiş. Kimi, yazı yazarken ayaklarını bir leğen dolusu suya sokarmış. Kimi, yatağa girip başına da bir buz torbası oturtmadan tek satır yazamazmış. Kimi, yazacağını yazıp bitirene dek deli danalar gibi ayakta dönenir, kimi alışık olduğu boyda posta üç kiloluk bir defter edinemedi mi, biz şimdi elektrikler kesilince nasıl oluyorsak öyle olurmuş. Kimine de bugün bir tp kağıtla bi yazı makinesi yeterli. Flaubert, içindeki fırtınayı bir “ben”le okura yansıtmamak için, gece yarısı terasa fırlar, o “ben”ini haykıra haykıra yıldızlara söyledikten sonra yazmakta olduğu romanın başına dönermiş. Voltaire’in resimlerinde başına geçirdiği o sivri uçlu gecelik takkesi, hemen hemen yazdıklarının ta kendisidir, benim gözümde. Öfkeli, kavgacı kişiliğini yazdıklarıyla özdeşleştirir bu takke. Bana öyle gelir ki, Voltaire her gün iyi bir meydan kavgasına girişseydi yazı yazmazdı. Rousseau’nun iyimserliğine karşı duyduğu öfkeyi, Rousseau’yu güzelce bir pataklayarak geçiştirebilseydi Candide gibi bir taşlama romanı çıkmazdı ortaya. Örnek yerinde olmasa bile, boğalığı yazıya yönlendirmek de bir yöntemdir.
Kişiliklerin yazı yazma biçimine -burada konumuz roman olduğu için, roman yazma biçimine- yansıması işin doğal yanı. Ama, doğalcılık sınırları epeydir epeyce zorlandığına, insan kendi üstünde bile bir denetim kurarak kendini yeniden yapmayı başardığına göre, romancının roman yazma yöntemlerini de şu ya da bu biçimde, alabildiğine geliştirdiğini söyleyebiliriz. Elinde bir ses alma aygıtı, bütün dünyayı üç kez dolananlar mı, binlerce ses bandı doldurup on altı sekreterle bu ses bantlarını romana çevirenler mi, yüzlerce kare film çekip geceler boyu bu karelere gözünü dikerek roman tümceleri, bölümler kuranlar mı, bir odaya kapanıp, bir ses bandına günde on saat konuşanlar mı? Bizler zenginliklerin böylesinden yoksunuz. On altı sekreter değil, eve haftada bir gün temizlikçi gelse, ne denli daha iyi çalışma olanağına kavuşacağımızın düşünü kurar dururuz. Yine de yabana atmamalı. Bizler de geliştirdik çalışma yöntemlerimizi. Olanaklarımızın sınırlarını zorladık. Zorladı ki, akmayan suyla, yanmayan kaloriferle, akşam üstü tam “Oh, zaman benim artık, romanımın başına geçebilirim” dediğimiz sıra üç saat kesilen elektrikle inatlaşarak, okul kapılarında vurulan gençlerin acısını yüreğimizde, bir utancın yükünü de omuzlarımızda duya duya, ama belki de bütün bu nedenlerle roman yazarlarımızı gün günden çoğaltıyoruz. Roman yazma yöntemlerimizin çılgın bir tüketime dayalı olarak zenginleşmesi söz konusu değil. Bizim tek lüksümüz, sağdan soldan koparabildiğimiz zaman. Günde üç beş saati çalışmayı (yazmaya) ayırabilme yöntemini bulmuşsak, bunu çevremize de onaylatmışsak, işte bir yazı makinesi, biraz kağıt ve bir kalemle kendimizi roman yazarken görebiliriz. Uğrunda bunca çırpıştığımız zaman, nasıl bir hazırlığın ardından artık ille elde edilmesi gerekli bir şey olur ama? Roman yazma yöntemi, işte asıl bu, masa başına geçilene dek geliştirilen çalışmalarla ilgili olmalı. Masa başında da elden bırakamayacağınız, yana itemeyeceğiniz bir çalışma.
Bir romanı tasarlarken, o romanın özüne denk biçimi bulmaktan tutun, ayağı suya sokmak da, sırtını güneşe vermek de, yüzünü duvara dönmek de, bir deftere notlar almak da, sokaktaki çocuğa o roman bağlamı içinde bakmak da, bir yolculuğa çıkmak da, çok gerekince çalınan kapıyı açmamak da, anımsayamadığınız bir ad, bir pembe için bütün kitapları yere yıkmak da, bir sabah uyanıp yazılmış otuz sayfayı birden çöpe atmak da, bir günün hem içinde, hem bütünüyle dışında olmak da, savruk bir defterin bir yanına savrukça “Orkestra şefinden kopuğa” diye, kimselerin, bazen bile bir süre sonra anlam çıkaramayacağınız bir not düşmek de o romanı yazma süreci içinde, bir çeşit düzensizliğin düzeni biçiminde yöntemleşir. Yöntem gibi, suratı asık, köşeli, düz çizilmesi gerekli bu çizgi, en azından benim için, bir gün asla yan yana getiremeyeceğimi , bir bütüne dönüştüremeyeceğimi sandığım seksen uçlu, dağınıklıklar, bu dağınıklıkların getirdiği karabasanlarla dolu bir iç oluşum çizgisidir. Her roman için bu iç oluşumun yeni yolları zorlaması, başıma türlü dertler açması da üstüne üstlük. Durum böyle olunca, benim kendi adıma tepeden tırnağa aynı olabilecek tek bir yöntemden söz edebilmem olanaksız.
Romancılar arasında roma günlüğü tutanlar varmış. Bir de romancı günlüğü tutanlar var. Birinci, yazılacak romanın “hatıra defteri” olsa gerek. Bir çeşit, roman yaşamöyküsü. Böyle bir günlükle hiç karşılaşmadım. Burda roman kendi ağzından mı konuşuyor, doğacak çocuğun tekme atışları mı duyuluyor, yoksa romancı, “Bugün başladı. Dün vitamin aldı. Şubatta beş ay. Sabah baş kaldırdı. Kımıldamıyor, ne oldu? Yeterince büyümedi. Gereğinden fazla büyüdü” diye çetele mi tutuyor, bilemiyorum. Bir romanı geliştirirken, dölyatağındaki bebeğin serüvenini belli aralıklarla izleyen, üstüne raporlar döktüren, anaya da birtakım öğütlerde bulunan doktor görevini üstlenmiş biri mi desek acaba o roman günlüğünü tutan romancıya? Böyle ise, doğrusu çok uygarca bir çalışma biçimi. Çok uygarca izlenen her yol gibi de, pek çok olağanın bir araya getirilmesini gerektiren bir tutum. Ama şu da var: Doktora hiç gitmemek kötü ya, olur olmaz nedenlerle doktor kapılarından ayrılmamak da büsbütün kötü. Sağlıklıyken hastalanabilir kişi.
Roman günlüğü bir romanın sağlığıyla ilgilenmek midir? onun gelişim süreci üstüne tarih düşmek midir? Yoksa roman yazarına bir yardımcı, onun belleğine ek bir bellek midir? Bunların hepsi de olabilir. Romana yardımcı olayım derken romana tuzak kurmuyorsa, yazarı roman günlüğü ile doygunlaşıp romanın da yeterince beslendiği sanısına kapılmıyorsa, iyi ya, roman günlüğü de bulunsun. Bizi eninde sonunda ilgilendirecek olan yine roman.
Tiyatroda “reji defteri” tutan sahneye koyucular vardı. Ama burada söz konusu kişi, bir sahne yapıtını çözümleyen, yorumlayan ve yapıta bu yorum açısından sahnede dirimlik kazandıracak olan kişi. Burda, önceden yaratılmış bulunanın ardından bir yeniden yaratma, daha doğrusu bir uygulama söz konusu. Şunu şurdan alıp, şu açı doğrultusunda şuraya uygulamak kuşkusuz bir pergelle cetveli, yani yöntemi gerektirir. Bu nedenle “reji defterleri” salt paşa-gönlümüze bağlı, salt nedeni anlaşılabilir çalışmalar değil, aynı zamanda da zorunlu çalışmalardır. (Prof. Özdemir nutku, tiyatroda bu zorunluluğu anlatmaya epey çaba harcadı.) Ayrıca, bu “reji defterleri” yeni sahne yönetmenleri, oyuncular, ışıkçılar, dekorcular yetiştirmekle yükümlü bulunanlar için bir çeşit eğitme, öğretme kılavuzu. Romancı, roman günlüğü ile “Nasıl roman yazarı olunur?”, ya da “Roman nasıl yazılır?”ı amaçlıyorsa, böyle bir günlük tutarak belki de tasarladığı romanla yaşamı yeniden yaratmak, ona yeni bir dirimsellik kazandırmak isterken kendisine bir kılavuz gereksinimi duyuyordur. Ama diyelim, “Şöyle bir roman yazmayı düşünüyorum”la başlayan roman günlüğü nedir? Bu “malumu ilam”ın nedeni nedir? Bu, roman yazarının kendi kendisini denetlemek için açtığı bir ilk sayfa mıdır? Bu başlangıcı “Yirmi sayfa yazdım. Yürüyor”la sürdüren sayfalar, gerçekte yazarın romanını gönlünce yürütemediğinin belirtisi midir? Yoksa bu notlar, romanın “yürümediği” dertli zaman parçalarının piyano temrini midir?
Hangisi olursa olsun, hepsi de roman yazarının, bir roman günlüğünü (ya da kendi günlüğünü) sabırla sürdürebilmesinde anlaşılabilir sığınaklar belki de. Bence, en anlaşılabilir neden de, romancının belleğine yeterince güvenememesi. Düşüncesinde oluşturduklarını öncelikle, çabucak, roman kurgusundan, anlatım inceliklerinden bağımsız, sınırları salt tasarıyla çizilmiş, -kesin çizilmemiş- bir alana aktarma çabası… Yine de romancının belleğine belleklik edecek “günlük notlar”la günlük olmayan, hem kurgudan, hem yaşanan günden bağımsız “roman notları” arasında bir ayrım var. Birincisi bir “Roman günlüğü”nü oluşturabilirse, ikincisi bir “Yazar günlüğü”nü oluşturuyor demektir. Peki, “romancı günlüğü” nedir? Bu da roman yazarının “Hatıra defterine”ne taktığı ayrıcalıklı bir ad olsa gerek. Bilebildiğim bir iki örnek bunu gösteriyor.
Ben, sekreterdi, ses bandıydı falan kullanmadığım gibi, ne roman günlüğü tutarım, ne de romancı günlüğü. Yıllardır benim de bir “hafıza defterim” bulunsun isterim. Bir romanı tasarlarken, her yerde, her zaman, uykumun arasında da beynime saldıran ve saldırı anında bana korkunç güzel gelen bütün o tümceleri, o “ilk buluşları”, bütün o, bana göre iç dağlayıcı gözlemleri, bu gözlemlerin uzantılarını, bir duygulanımı, her şeyin çağrıştırdığı her şeyi sıcağı sıcağına bir deftere geçirmek isterim. İyice gezgin biri olduğum için, şöyle yanımda kolay taşınacak, kalemim, sigara paketim gibi her koşul altında hep elimin altında hazır duracak uygun bir defter edinmeye heveslenirim. Her biri ya çok küçükgelir, ya çok büyük. Böyle, küçük ya da büyük bir defter edinince de bunu ya evde, ya otel odasında unuturum. Bana en gerekli olduğuna inandığım zamanlarda böyle bir defterin dostluğundan hep yoksun kalırım.
Bu boğuşmadan başarıyla çıktığım zamanlarsa, aylar sonra bu defterin sayfalarının yolunmuş olduğunu, iki yüz sayfalık bir defterin yirmi sayfaya indiğini, geride kalan o yirmi sayfanınsa kapağından kopup sallandığını, sallanan sayfalarda o, zihnimden geçtiği anda beni allak bullak etmiş, cin çarpmışa döndürmüş “eşsiz” buluşlarımın yerini ya bir telefon numarasının, ya da adresin, ya bir yığın kötü çizilmiş yıldız çiçeklerinin, birtakım geometrik şekillerin, üst üste atılmış yüzlerce noktanın, belli ki o an pek beğendiğim ve artık ne yapıp edip kulağından tutarak bu deftere geçirmeyi başardığım, ama ertesi gün de üstüne kocaman bir çarpı işareti çektiğim bir tümcenin aldığını görürüm. Sözde ben bu “hafıza defterim”le belleğime güvenmediğim için boğuşmaya boyun eğmiştim ya, böyle salkım saçak bir defter benim için hep, yeniden çözülmesi gerekli yeni bir sorun olur çıkar.
Bu telefon numarası kimin? Bu adreste kim oturuyor? Bu notu niçin almışım? Sonra, neyse, üstüne çarpı işareti çekilmekten kurtulmuş bir not işte: “Helikopterlerin inceleri. Hep onlar.” Bununla neyi demek istemişim? Ayrıca bir buyruk da var bu tümcenin altında: “Bunu atlama!” Neyi atlamayacak mışım? Böyle bir notu çözmek bana nerdeyse bir oyun, bir roman, bir öykü kurgusunu çözmekten daha yorucu gelmeye başlayınca şu sonuca vardım: Helikopterlerin incelerinin ne olduğunu unutmuşsan, atlamaman gereken şeyin ne olduğunu unutmuşsan, üstüne not düşülmesi gereksizdir.
Durum böyle bile olsa, benim de bir roman yöntemim var. İçimi iyice dürtükleyip “Hadi yaz” demedikçe bir romana başlayamam. Ama bir roman bu buyruğu verdi diye de hemen masa başına çökemem. Bir iç oluşum sonucu gelen bu buyruğu ilkin denetlemem gerekir. “Bende olanlar” böyle bir romanı yazmama yeterli mi? “Bende olmayan”ın hangisini sonradan edinebilirim? Edinebilir miyim? Bunun dışında “nasıl yazmak” sorunu da, bir romanı tasarlarken beni epeyce düşündürüyor. Günün birinde “sanırım bu direk bu yükü taşır” diye karar verdiğim zaman, nedense ille çizgisiz bir defter edinip son kerte savruk bir taslak yazıyorum. Sonradan makinede iki, bazen de üç kez yazılarak geliştirilecek olan bu taslağı, bu kez dönüp yaşamın içinde denetlemeden edemiyorum. Benim Ölmeye Yatmak ile Fikrimin İnce Gülü çalışmalarımdan çıkarabildiğim roman yazma yöntemlerim bunlar. Buna yöntem denebilirsi…
Ölmeye Yatmak, romanın içimde oluşması ardından kısa süreli bir kütüphane çalışmasını da gerektirdi. Her gün biraz daha kuşkucu bir okur önünde, belgelerin de konuşması o romanın yapısına aykırı düşmeyecekse neden konuşmasın dedim. Kütüphane çalışması sırasında aldığım notlar, romanda kullandıklarımın bir katından çoktu. Kullanamayacağımı bile bile bu notları çıkarmamın tadından kendimi alamadım. “Fikrimin İnce Gülü”nü çalışırken, taslağı yazdıktan sonra, tam karşıtı, açık havaya çıktım.
O taslağı yanıma almadan, Bayram’ın geçtiği Kapıkule-Ballıhisar yolunu, önceden bu çok iyi bildiğim yolu, bir iki kez baştan sona yeniden geçtim. Ama bir otobüsün içinde ve roman gözlüğüyle geçtim. Önceden bilinen bütün sözcükler bir şairin elinde nasıl yeniden yaratılır, yepyeni anlamlar yüklenirse, ben de bu yollarda rastlanabilecek her şeyi, pekçok kimse için hiç de yeni olmayan bütün bu yol üstü “şeylerini” yeni bir şeye dönüştürmeye çalıştım. Hem benim, hem Bayram’ın, hem o yollardan geçmiş ve geçen herkesin, hem de o yollarda bulunan her şeyin ilişkilerinden, aynı zamanda da geçmişle şu anın ilişkilerinden giderek, ama ille Kapıkule-Ballıhisar arasını da giderek…
Sanırım bir roman, en azından taslak olarak iyice belirlendikten sonra, o roman üstüne notlar almak da kolaylaşıyor. Benim için bir not defteri bir romana değilse de, sırasında bir roman taslağıbir not defterine kılavuzluk edebiliyor. Ayrıntıları, yaşanan gün içinde, istesem de gözden kaçıramam. Ama belleğim yeterince sağlam değil benim. Bu nedenle, taslağı yazılmış bir romanın ardından bellek denetimine çıkmak gereksinimini sık sık duyarım. Roman kahramanlarını seçmekte, onların iç dünyalarına girmekte, onları önceden en iyi bildiklerim içinden çıkarmaya çalışmamdan belki, böyle bir gereksinimi duymam. Hele, bir roman yazayım diye kalkıp birilerinin yaşamı içine burnumu sokmaya hiç heveslenmem. Böyle bir çaba benim için zaten boşuna olacaktır. Bende olmayanı yazamam.
Buna karşılık, o roman kahramanları bende varsalar, romanı düşüncemde kurduktan, hatta taslağını yazdıktan sonra bu kahramanların benzerlerinin bulundukları yerlerde kan tutmuş katil gibi dolaşır dururum. Kapıkule-Ballıhisar yolunda bir süre nasıl dolanıp durmuşsam öyle.
Söyledim. Benim roman yazma günlüğüm falan yok. romancı günlüğüm de yok. Halim bir yana, doğrusu ailemde benim roman yazışıma falan da pek aldıran yok. Bu nedenle ben hepsine iyi yemekler pişirmek zorundayım. Nerdeyse unutuyordum, bunca yokluğun arasında bir çalışma odam olduğunu söylememek haksızlık. Yazma yöntemlerimden biri de, günde bir kaç saat bu odaya kapanmak, kalemin ucunu kemirerek de olsa burada hiç kimsesiz oturabilmek için çevreme attığım yalanlar, döndürdüğüm dolaplar. Herkesin de bir derdi var. Herkes de çok sık hastalanıyor ve çok ölüm oluyor. Herkesin çok da canı sıkılıyor.
Can sıkıntısı deyince, dertlerimi dökmek için bana hiç sıra gelmediğinden, ben de son birkaç yıldır bir “Dert dökme defteri” edindim. Bazen art arda beş gün, sabah şuna kızdım, akşam buna içerledim, diye yazıyorum bu deftere. Sonra bir de bakıyorum, aradan beş ay geçmiş de DDD’me el sürmemişim. Derdim olmadığından mı? Nerde o günler? DDD’me derdimi dökmeye fırsat bulamadığımdan. Ama bu deftere son olarak şu notu düşüvermişim işte:
“Ne yazdığımla hemen hemen hiç ilgilenmeyen bir dergi ne yöntemle yazdığımı bilmek istiyor.”
yha site guzel,ama neden aradıgımız herşeyi bu nette bulamıyoruz ben ona şaşırıorum konum:köroğlunun şiir anlayışının incelenmesi…Ben bunu 20 siteye girdim bulamadım neden acaba
ANTEPLİ KOCA MEHMET
Bir çocuğun bakışındaki o masum ifadedir Anadolu. Buram buram insan kokan yerdir. İnsanlığın en saf halinin yansımasıdır. Kısacası mükemmeliyetin yansımasıdır.
1919’un Ocak ve Şubat aylarında Antep Fransızlar tarafından işgal edilir. Bu olayı tüm Antep halkı gibi Koca Mehmet’te kabullenemez. Yaşadığı, büyüdüğü, içtiği ve yediği bu topraklarda nasıl olur da Fransız çizmeleri dolaşırdı. Kabul edemezdi bunu Koca Mehmet. Yediremezdi O kocaman yüreğine. Yapamazdı bu ihaneti Antep’e.
Mehmet doğma büyüme bir Antenliydi. Tam bir Anadolu insanıydı. Lakabı gibi “kocaman” bir yüreğe sahipti. Tek bakışıyla geceyi gündüze çeviren tek bir sözüyle işlenmesi mümkün olmayan tarlaları hasat eden bir insandı. Annesini doğumunda yitirmişti. Koca Mehmet şimdi tam 34 yaşındaydı. Hiç annesini tanımamıştı. Antep diye bellemişti annesini.34 yıl boyunca annesi gibi görüp kollamıştı Antep’i. Onu büyüten, onu besleyen Antep’ti çünkü. İşte bu yüzdendi belki Antep’e Fransızların girmesini kabullenememesinin nedeni.
Bir akşam Mehmet babaannesinin dizlerinin dibine oturur. Babaannesi tam 73 yaşındaydı. Ama hala dimdikti. Gözlerindeki yaşları akmak için hazırdı.Mehmet;
-“Babaannem, Antep gibi güzel, onun gibi cesur, onun gibi insancıl annem benim. Ver bu oğluna bir akıl. Görmez misin Antep işgal altında.” Der. Babaannesi;
-“Benim çeliği büken yiğit oğlum. Sana 34 yıldır ben baktım. Ama şimdi ne 3 ne de 4 yıl yaşarım.İlahi son beni bekler,görürüm.Senden isteğim,ya benim naşımı Türklerin ayak bastığı bir yere gömeceksin, ya da bu Fransız soysuzlarını buralardan kovacaksın.Sakın ha! Toprak olmuş vücudumu Fransız ayaklarının bastığı toprağa koymayasın, işte o zaman hakkım helal olmaz sana” dedi.
Zaten Fransızları tekmelemek için bir sebep arayan Mehmet aradığı şeyi bulmuştu.Koymuştu kafasına Fransızlara “Ben sizi dize getiren Kanuni’nin torunuyum” diye haykırmaya. Koymuştur kafasına “Benim ecdadım doğuyu fethettiğinde siz daha kabuğunuzdan çıkamamıştınız” demeye.Bir anda hiddetlendi Koca Mehmet. Ama tıpkı en hızlı dalgasını kıyıya savuran bir denizin sakinleşmesi gibi sakinleşti Koca Mehmet.Düşündü… Anladı ki tekti.Çünkü şimdiye kadar hiç kimseden bir iğne bile istemeyen Koca Mehmet nasıl olurda Antep’li yiğitlerden, canlarını isterdi. Hakkı var mıydı buna? Biraz düşündükten sonra “Evet, canlarını bu toprağa vermek zorundalar.Bu topraklar onlara 700 yıldır ekmek verdi, su verdi.Onları hayatta tuttu.Şimdi borçları ödeme günüdür” dedi.Sonra uyudu ve sabahı bekledi.
Sabah olun köydeki arkadaşlarının arasından dört kişi olarak en ücra köşesine konuşmak için gittiler.Mehmet yanındaki arkadaşlarının bakışlarından cesaret aldı ve onlara;
-“Arkadaşlar,Fransız soysuzları topraklarımızda.Bunu böyle kabullenemeyiz.Sızlatamayız ecdadımızın kemiklerini.Ben şimdi sizden canınızı istiyorum.Biliyorum ki sizde bunu kabullenemiyorsunuz .Çocuklarınız köle olmasını istemiyorsanız ,dünya topluluklarının “Bakın Kanuninin torunları Fransızlara köle olmuş “ denmesini istemiyorsanız canlarınızı vereceksiniz.Yani mecbursunuz.Ne dersiniz benim cesur kardeşlerim? Var mısınız?” dedi.Bu konuşma Mehmet’in arkadaşlarını çok etkiledi.Aralarında biri;
-“Böylesine kutsal bir konu için canını vermeyecek var mı? Canım Antep’imize ,çocuklarımıza,tarihime feda olsun” dedi. Diğerleri de bunu destekledi.Mehmet;
-“O zaman eli silah tutan herkesi akşam saatlerine doğru burada toplayalım.onlara da haber verelim bu haberi. Elbette ki onlarda bizi destekleyeceklerdir” dedi ve dağıldılar.Hepsi köy halkına haber verdi ve akşam saatini beklemeye başladılar.
Akşam olunca köy halkı arasından eli silah tutan herkes belirtilen yerde toplandılar.30-40 kişilik bir insan topluluğu vardı.Mehmet kalabalığın gözündeki inancı görünce ”Tamam” dedi kendi kendine ”oldu bu iş”.Sonra kalabalığa hitaben
-“Antep’imin kahraman halkı.Burada onurunuz için,şerefiniz için toplandık.Yavuz Sultan Selim’in ayaklarının değdiği,Kanuni Sultan Süleyman’ın toprağından istediği Antep topraklarında bu gün Fransız askerleri dolaşıyor.üstelik yapmadık işkence de bırakmadan.Ecladımız bizden bize yakışanı bekler.Antep’i yalnız koyacak değiliz ya.İşte sizden istediğim şey bu dur ki,bu saten sonra onun için,Antep için ölün:ama şu da unutulmamalıdır ki Antep bizden naçizane vücudumuzu istemez.Antep bizden özgürlük ister.Kaldırın artık içinizde uyuyan o asil Osmanlı ruhunu .Sizler Osman’ın torunlarısınız.Dürtün artık o asil ruhu.Şimdi ilk işimiz düşmana Antep’in sahipsiz olmadığını göstermemiz gerek .Düşmana ilk darbeyi cephanelik olarak kullandıkları aşağı köydeki sığınakta vurucağız.bu yüzden evinizde silah niyetine kullanabileceğimiz her şeyi buraya getirmenizi istiyorum.Yarın ilk tokadı atacağız” dedi.Bu sözlerden sonra oradakiler büyük bir heyecanla oradan ayrıldılar ve yarını beklemeye başladılar.
İşte o gün gelmişti.Mehmet sonunda düşmana ilk korkuyu salacaktı.Koca Mehmet kocalığını bir kez daha gösterecekti.Fransız soysuzları,hiçbir tarihi olmayan hakkı olmayan bu topraklarda arkasına bakmadan kaçarken,Mehmet onlara ”Defolun ve bir daha gelmeyin” diye bağıracağı güne bir adım daha yaklaşmıştı.Sonunda köylü halkı silah olarak kullanabilecek her şeyi toplandıkları yere götürdüler.Sadece 3 tane ateşli silahları vardı.Onlarda dede yadigarı doldurma silahlar.Ama Antep halkı düşmanda olmayan ve hiçbir zaman olmayacak bir şeye sahipti.Cesarete…Gözlerindeki ateş,değil Antep’teki düşmanı yakmaya,değil Fransızların hepsini yakmaya,tarihimizdeki bütün düşmanlarımızı yakmaya yeterdi.Çünkü onlar Türk’tü.Hiç de kuru bir anlam taşımayan Türklük.Mehmet bunun bilicindeydi:kendi kendine “Yettim Antep’im .Dayan biraz daha dayan” dedi.Sonra yanına 6 delikanlı aldı ve düşmanın sığınağına doğru yol aldılar.
Mehmet sığınağın tepelerinde arkadaşlarıyla birlikte yerleştiler.Düşman askerleri bu bölgeyi iyi koruyordu.15 kişilik ağır silahlı bir Fransız asker topluluğu bölgeyi koruyordu.15 tane teknoloji yüklü bir insan .Sadece bu kadar.Üzerlerindeki teknoloji bile bizim Anadolu insanının çıplak haliyle baş edemezdi.Mehmet yanındaki 2 arkadaşına ateşli silah vererek onları tepeye yerleştirdi.Onlara ”Biz aşağıda ölsek bile sakın aşağıya gelmeyin .Sizinde bizimle bize bir yarar sağlamaz.Kurtuluş için yeni önderlere ihtiyaç duyulabilir” dedi.Daha sonra yanındaki üç arkadaşın ateşe başlamasıyla çatışma başladı.İlk şoku atlatamayan Fransız askerleri 4 zayiat verdiler.Mehmet öldürdüğü bir askerin silahını alarak kendisine siper edinebileceği bir yere çekildi.Çatışma daha sertleşti.Düşmanın bitmek tükenmek bilmeyen mermisi vardı.Ama geriye 4 kişi kalmışlardı.-Buna karşılık Mehmet’in ve arkadaşlarının da mermileri bitmiş,tepeden gelen ateşte kesilmişti.Artık ilahi bir kudretin işe el koyması gerekiyordu.Çünkü inançları onları Malazgirt’te,Fatih İstanbul’da,Yavuz Sultan Selim tüm doğuda ,Kanuni Avrupa da Atatürk’se Çanakkale de tarih yazamazdı.Öyle de oldu zaten tepeden gelen yüksek bir patlama sesiyle düşman bir an şaşkına döndü ve kaçmaya başladı.Düşman askerleri kaçmıştı.Ama bu seferde o büyük sesle mücadele ediyordu Mehmet ve arkadaşları.Ses çok tizdi ve kulakları tırmalayıcı bir etkisi vardı.İki üç dakika sonra ses etkisini yitirdi.Mehmet ve yanındaki üç arkadaşı birden sesin geldiği yere doğru baktılar.Ses tepeden geliyordu.O müthiş sesin kaynağı tepedeki askerimiz ve onlara yardım eden ilahi kudret.Düşmanın kaçtığını görünce yukarıdaki iki kişi de aşağıya indi.Mehmet “Nerde geldi o ses?” diye sormadan duramadı.Yukarıdaki askerlerin yüzlerinde zaferin vermiş olduğu bir mutluluk vardı.Sonra aralarından biri anlatmaya başladı;
-“Aşağıda sizin zor durumda kaldığınızı gördük.Tam aşağıya size yardıma gelecektik ki senin söylediğin laf geldi aklımıza vazgeçtik bizde.Sonra size nasıl yardım ederiz diye düşünüyorduk ki ayağımı kaldırdığım çalıların arasından bir şey gördüm.Bir mayındı fakat kurulmamıştı.Bende o mayını alıp hazır hale getirdim ve tepedeki sarp kayalıklarının ortasına yerleştirdim.Sonrada onu patlattım.Ses yankı yaptı.Başta ki amacım bölgeye doğru heyelan yaratmaktı.Ama ilahi kudret sizi zarar görmenizi istemedi ve bu sesin meydana gelmesini sağladı herhalde” dedi.
Mehmet yüzünü göğe doğru kaldırdı ve “Şükürler olsun rabbim sana,şükürler olsun.Antepim özgürlüğe bir adım daha yaklaştı senin sayende.Yüzümüzü kara çıkartmadın.Teşekkürler Allah’ım “ dedi.Daha sonra Mehmet ve yanındaki arkadaşları cephaneliği toplayarak geçen sefer toplandıkları yere getirdiler ve sakladılar.
Bu sıcak gelişmeler üzerine Fransız komutanları askerlerine bölgedeki denetimi artırmaları,isyan çıkaranları öldürmeleri gerektiğinin emrini verdi.Zaten bölgede yapmadık işkence Fransız askerleri bölgede yaşlı-genç,kadın-çocuk demeden katliamlarına ve zulümlerine hız verdiler.Mehmet bu zalimliklere gözü yaşlı izliyordu.Tıpkı Antep gibi onunda yüreği kan ağlıyordu.Ama artık bu kanı tamamıyla durdurmanın zamanı gelmişti.Yaraya müdahale şarttı.Yoksa Antep kan kaybından ölecekti.Mehmet bu riski göze alamadı.Antep’i kaybedemezdi.Antep savunmasızdı şimdilik ama Mehmet ve onun gibilerin yardım eliyle kurtuluşa erecekti.Bu yüzden Mehmet biraz daha sabretmek zorundaydı.Bunu o koca yüreğine sığdırmak zorundaydı.Yarasına tuz basmak zor olsa da bunu bir müddet daha yapmak durumundaydı.
Aradan 3 gün geçmişti.Mehmet geçen seferki arkadaşlarından yanına 3 kişi alarak cephaneliği kaçırdıkları yere doğru gittiler.15 kişiye yetecek kadar askeri yığınak vardı.Yani sıradaki hedef artık daha kolay yok edilebilirdi.Bu yüzden şimdiki hedefte büyük olmalıydı.Köklerini kurutmakta kararlıydı Koca Mehmet.Yanındakilere yeni hedeflerinin Fransızların Antepteki bölge karakolu olduğunu söyledi.Yanındakiler başta biraz şaşırdı çünkü düşman askerlerinin en çok bulunduğu yerdi bura.Bunların yanında Fransız generali de buradaydı. İtiraz etmelerinin nedeni korkuları değildi.Neden bu bilgisi düşmandan temizlemek için çok fazla cephane gerekiyordu.Ama Mehmet onlarla aynı görüşte değildi.Onlara:
-Arkadaşlar,görmez misiniz Antebimiz kanlar içinde batmakta,duymazmısınız?Antepin ağlamakta.Siz hala neyi beklersiniz görmüyorsanız görün.Duymuyor duyun.Sevmiyorsanız sevin Antep bize muhtaç.Bu konuşmayla oradakiler daha bi hırslanır .Artık onlarda bitirmişti kafalarında Antepin kurtuluşunu .Gün gelince Antep eski neşesine tekrar kavusacaktır. Tekrar üzerinde sadece ‘ben Türküm’ diyeni barındıracaktır.Anadolu halkına esaret yakışmazdı.O ki Osmanlı Devleti,Kanunileriyle Viyana’nın görkemli kapılarını,yavuzlarıyla Rıdaniye’nin surlarını, Fatih ile bin yıllık bir imparatorluk olan Bizans’ın kalelerini yıkmıştı.Onları kim durdurabilirdi ki.Türk milletinden başka hangi millet düşmanının 2.bir Çin Seddi yaptıracak kadar korkutabilir.Ya da hangi millet o insan üstü yapı olan çin ceddini aşabilir.Onlar böyle bir tarihe sahipken o Fransız karakolunu silahla değil tarih kitaplarıyla yıkardı.Gerekirse aralarından yeni Yavuzlar çıkarıp,karşılarındaki ordulara korkudan savaş alanını dar ederlerdi.Belki ilk bakışta imkansız gibi görünüyordu bu.15 kişilik bir grup nasıl olurda 100 kişiden fazla askerle korunan karakolu basabilirdi.Osmanlıda dokuz on çadırda kurulup Bizansı tarihin derinliklerine gömmüştü.Allah’ın da yardımıyla olurdu bu iş.Koca Mehmet parlayan gözlerini yanındakilere dikti ;
-“Bana on beş yiğit bulun dedi.O karakolu Fransızların başlarına yıkacağız” dedi.Bunun üzerine arkadaşları on beş şehit bulur ve gelir Mehmet’in yanına.Plana göre ani bir baskınla karakol toz duman edilecekti.Mehmet yanındaki tüm arkadaşlarına tek tek silah verdi ve onlara yeterli sayıda mermi verdi.Artık havanın kararması beklenecekti…Sonrada hava kararmıştı.Mehmet arkadaşlarına düşmanın en az olduğu bölgelerden saldırmalarını söyledi.Bu yüzden gizlice karargahın arkasına kaydılar.Mehmet;
-“Benim işaretimle hepiniz bu karakolun üzerindeki Fransız bayrağını indirip, oraya nazlı hilali çivilemek için saldıracağız.yani onurumuz için savaşıp yine onurumuz için öleceğiz.Hadi benim aslanlarım.Soyumuzun Türk olduğunu onlara gösterin” dedi ve işareti verdi.Allah Allah edalarıyla düşmana doğru saldırdılar.Ama düşmanda çok kalabalıktı.Gerçi ok yaydan çıkmış hedefe doğru ilerliyordu.Ama o oku yolda bekleyen şiddetli bir rüzgar vardı.Düşman çok çabuk toparlandı.İlk saldırıyı yedi zayiat vererek püskürttü.Bizden de iki asker şehitlik makamının mutluluğuna ulaşmıştı.Mehmet arkadaşlarının yaralanmasını ve ölümünü gördükçe daha heybetleniyor,düşmanın üstüne daha da gidiyordu.Önüne geleni yıkıp geçiyordu.Ama nereye kadar rüzgar okun yönünü değiştirmişti.Mehmet artık aldığı darbeler ve yaralarla yüzünden ayakta zor duruyordu.Arkadaşlarının hali de ondan farklı değildi.Mehmet son bir hamleyle iki düşmanı daha öldürdü ve kalbinin tam ortasına hediye olarak kabul ettiği bir kurşunla şehitlik mertebesine ulaştı.Fazla sürmeden yanındaki arkadaşları da şehit oldu.Ama yüz kişilik düşmandan geriye sadece iki komutan yirmi üç kişi kalmıştı.Yani bu insan üstü bir şeydi.Olayın sabahı haber tüm Antep’e yayıldı.Haber herkesi çok üzdü.Ama bir yandan Antep’in kurtuluşuna önderlik yaptı.İnsanlarda ki özgürlük ateşi canlandı.Nitekim 25 Aralık 1921’de Antep düşman işgalinden kurtuldu.Şimdi sonsuza dek Türk toprağı olmanın verdiği gururla dünya üzerindedir.
SONER KARAHAN
(Arkadaşlar bu hikayeyi ben yazdım…görüşlerinizi bekliyorum…şimdiden teşekkürler)