Röportaj

Röportaj Nedir? Röportaj Nasıl Yapılır Nelere Dikkat Edilir?

Herhangi bir yeri, kişiyi, toplumsal, kültürel, ekonomik vb. durum, olay ve olguları çeşitli yönleriyle tanıtmak amacıyla ilgililerle yüz yüze görüşerek onların gözlemlerini, bilgilerini, yorumlarını aktaran türe “röportaj” adı verilmektedir. Röportajı yapan kişiler taraflı bir tavır takınırlar ve görüştükleri kişilerden aldıkları bilgilere kendi duygu ve düşüncelerini de eklerler. Bu da röportajı mülakattan ayıran en önemli özelliktir. Röportajlarda ayrıca konu ya da kişiyle ilgili fotoğraflara, belge ve dokümanlara da yer verilebilir.

Röportaja başlamadan önce konu ya da kişi belirlenmeli, bir ön araştırma yapılmalıdır. Konuyla ilgili röportaj yapılacak kişiye sorulacak sorular önceden hazır- lanmalıdır. Soruların önceden belirlenmesi, röportajın sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi açısından önemlidir. Konuşmacıya yöneltilecek sorular belirlendikten sonra röportaj için bir plan yapılır ve röportaj bu plana göre yürütülür.

Röportaj yazarı anlatımında betimleyici, öyküleyici, açıklayıcı ve tartışmacı anlatım biçimlerinden; örnekleme, tanık gösterme, karşılaştırma gibi düşünceyi geliştirme yollarından yararlanır. Daha çok kısa cümleler kullanarak anlatımına hareket ve canlılık katar. Traktörcü adlı metinden alınan aşağıdaki parçada olduğu gibi dili bir roman veya hikâye yazarı gibi kullanmaya, okuyucunun merak duygusunu canlı tutmaya çalışır:

Gide gide Ceyhan suyunun yanına geldik. Su, ölü gibiydi. Yeni yeni şafak söküyordu. Suyun üstüne incecik bir ışık dalgası düşmüştü. Nehir, köye doğru yaklaştıkça ovaya yayılır ve kıyılarındaki yarlar kaybolur, çakıllı bir düzlük yayılır. İşte bu düzlükte bir ışık gördük, sonra ışık söndü.Röportaj türündeki yazılar zamanla tarihî bir belge niteliği kazanabilir.

Röportaj ve Mülakat Arasındaki Farklar Nelerdir?

Mülakat ile röportaj türleri genellikle birbirine ka­rıştırılmakla birlikte bunlar arasında önemli sayı­labilecek farklar bulunmaktadır. Mülakat türünde konuşmacı, görüşme yaptığı kişinin görüşlerini değiştirmeden yazıya aktarır. Kişinin ileri sürdüğü düşüncelerin dışına çıkarak kendi görüşlerini, değişik duygu ve yorumları mülakata karıştırmaz. Röportajda ise ünlü veya yetkili bir tek kişi ile gö­rüşmek gibi bir durum söz konusu değildir.

Her­ hangi bir konu hakkında gerek ünlü gerek yetkili kişilerden birden fazla kişi ile görüşülebilir. Röportaj metni yazıya aktarılırken görüşmeyi yapan kişi konuştuğu kişilerin görüşlerini birleştirir, bunlara kendi görüşlerini de katar. Bu iki tür arasında üslup bakımından da bir fark bulunmaktadır. Mülakat türü genellikle sade, görüşleri olduğu gibi yansıtan bir üslupla; röportaj türü ise süslü, sanatlı bir ifade > tarzıyla yazıya aktarılır.

Mülakatın alanı görüşülen kişiyle sınırlıyken röportajda her çeşit konu ve olay ayrıntılı bir biçimde irdelenir; anlatılanlar fotoğraflarla, belgelerle desteklenir ve zenginleştirilir. Mülakat esas olarak mülakat yapılan kişiye sorular sorularak gerçekleştirilir. Röportajda ise muhataplara soru sormayla beraber bir olayı öyküleme, izlenim ve betimlemelere yer verme de söz konusudur. Samipaşazade Sezai Bey ve Abdülhak Şinasi Hisar adlı mülakat metinlerinde sadece soru-cevap yöntemi kullanılırken Traktörcü adlı röportaj metninde yazar; kişi, yer, zaman ve olay ögelerini kullanarak öyküleme yapmış; aynı zamanda betimlemelere yer vermiştir.

Mülakatta bir kişiyi sorulara verdiği cevaplarla tanıtmak amaçlanır. Röportajda ise bir olayı sorgulamak, bir gerçeği ortaya koymak suretiyle kamuoyunu aydınlatmak amaçlanır. Bu doğrultuda sitemizdeki mülakat metinlerinde mülakat yapılan kişiler olan Samipaşazade Sezai ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın tanıtılması amaçlanmıştır. Traktörcü adlı röportajda ise Çukurova’ya traktörün girmesiyle tarım işçilerinin işsiz kalması olgusu konu edilerek bu konuda kamuoyunun bilgilendirilmesi amaçlanmıştır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Röportaj

XIX. yüzyılda Amerika’da ortaya çıkan röportaj türü, Türkiye’de gerçek anlamda 1950’li yıllarda gelişmeye başlamıştır. Bu yıllardan itibaren çok partili siyasi hayata geçilmiş, toplumsal değişim hız kazanmış, köyden kente göç dalgası başlamıştır. Böylece bu yeni gelişme ve olguların neden olduğu toplumsal sorunlar röportaj türünün konusu olmuştur. Bundan böyle halkın sorunları, yaşadıkları röportaj yazarları tarafından yerinde gözlemlenerek ilk elden aktarılmaya başlanmıştır. Bazı yazarlar hazırladıkları röportajları gazetelerde dizi röportaj olarak yayımlamışlardır.

Röportaj Örneği

TRAKTÖRCÜ
Yollar tozsu tozsu kokar. Gece yolculuğu bir hoştur Çukurovada. Adam, ayak bileklerine kadar toza gömüle gömüle yürür. Her bastıkça iki yana serin bir toz fışkırır. Ve gecenin karanlığında yıldızlar. Yıldızlara çiy düşmüştür. Yıldızlar ıslak ıslaktır. Gecenin karanlığında insan düz ovayı, alabildiğine dümdüz, bedeninin herbir yerinde duyar, ürperir. Bu ürperti hoşa gider.

Eskiden geceleri Çukurovada yürürken, uzaklardan, karanlığın ötelerinden arabaların çamparalarının sesleri tok, koygun gelirdi. Şimdi dört bir yönden traktör sesi, kamyon gürültüsü geliyor. Bir de, ovanın düzlüğüne serpilmiş ateşböcekleri… Allah kahretsin ateşböceklerine benzetmeyi ya, başka çare yok… Evet ateşböcekleri gibi yanan… Kocaman kocaman, bir top gibi kaynayan, top top ışıklar görünür. Durup da iyice bakarsak, top ışıkların kımıldadıklarını da görürüz. 1949’dan sonra Çukurova düzlüğünün geceleri böyledir işte. İyice kulak verip dinleyecek olursak, bu ışıkların arkasından homurdayan bir makine sesi gelir.

Ben, tam bir yıldır Çukurovaya uğrayamıyordum. Yol arkadaşım Hösük Emmi. Hösük Emmiyle bizim köye gitmek için gün batarken yola çıktık. Yolda durmadan yürüdük. Yanımızdan traktörler geçiyordu. Kötenlerine toprak bulaşmış traktörler… Hösük Emmiyi çok eskiden beri tanırdım. Ben çocukken, orta yaşlıydı. Saçlarına azıcık bir ak düşmüştü. Son gördüğümde az daha tanımayacaktım. Bütün saçı sakalı bembeyaz kesilmiş… Sonra Hösük Emmide bir başka haller belirmişti. Eskiden çok neşeliydi. Köydeki çocukların hepsini o eğlendirirdi. Eski günleri gözümün önüne getirince, Hösük Emmiden yalnız gülen, hep gülen bir yüz görüyorum.

Çığcığın oraya kadar ne o ağzını açtı, ne de ben. Çığcığın altındaki kumlu dereyi geçince koluma dokundu:
“Bire yiğen,” dedi. “Ne gonuşmuyorsun öyle! Diyorlar ki, İstanbulda ne gadar ev varsa, o gadar da minare var. Öyle diyorlar. Selimiye gışlasının içini gezdin mi heç? Derler ki çok esgiden, bir baba oğul Selimiye gışlasının içinde yedi yıl askerlik etmişler de biribirlerini görememişler. Heç uğradın mı oraya?”

“Uğramadım,”dedim.
Gene uzun uzun yürüdük. Konuşsun diye bekledim. Bir türlü ağzını açmadı. En sonunda ben dayanamadım:
“Yahu Hösük Emmi,” dedim. “Sen eskiden gülerdin, konuşurdun, nolmuş sana böyle? Ağzını bıçak açmadı yola düştüğümüzden beri.”

Derin derin nefes aldı:
“Sorma halimi, heç sorma. İşler kötü. Ah bir oğlan… Bir oğlum olaymış. Ben bilirdim yapacağımı… Belim büküldü. Yirmi yaşında olsaydım, ben bilirdim yapacağımı. Ah bir oğlan… Bire oğlum, sizler okumuşsunuz, daha eyi bilirsiniz. Okumuş milleti eyi olur. Akıllı olur. Bu gavur icadını da onlar çıkarmadılar mı? Bu gavur icadı geldi, ocağım battı benim.”

“Ya, anlatsana, noldu?” dedim.
“Heç bişey olmadı. Heç bişey olmadı amma, gıyamat goptu. Annadın mı şindi? Gıyamat goptu. Bu taraktorlar gelince Hösük Emmiyin de iflahı kesildi. Hösük Emmin öldü bitti. İş göremez oldu Hösük Emmin. Bende tarla yok, takım yok bilirsin. Ben ellerin düğenini sürerdim yazın… Yüzde on alırdım. İki harman sürersem o yıl, geçimim çıkardı. Taraktor gelişin, hapı yuttu Hösük Emmin. Batosa veriyorlar şindi. Annadın mı?”

Yüksekçe bir yer bulup oturduk. Hösük Emminin kızgın sesi titriyordu. Ovayı gösterdi:
“Bak,” dedi. “Aslanım şu Çukurova yazısındaki ışıklara bak! İşte bunlar, bu kafirler toprağı yiyorlar. Çukurova ışığa boğulmuş. Kımıl kımıl ediyorlar. Nasıl? Sonra yavrum bunlar gelince bize iş galmadı. Ben sattım atları. Döğeni de sattım. Bir yıl oradan buradan geçindik. İkinci yıl olunca bir gara düşüncedir aldı beni. Ne yapacaksın şindi Hösük, dedim. Ayıkla bakalım pirincin daşını Hösük.

Ağaya gittim yalvardım. Bana iş deyi. Olmadı. Sonra başımı aldım Yüreğir toprağına gittim. Çalıştım Yüreğir toprağında. Amma nasıl çalıştım. Onun orasını bir ben bilirim. Ne iş gördüm Yüreğirde söyleyim mi sana, bizim köylü duymasın, beni düdüğe goyallar da çalarlar… Yüreğir toprağında dolandım durdum. Eski çamlar bardak olmuş gördüm ki… Kızak çekemezsin, biçer-döver almış… Ot vuramazsın, mibzerinen ekmişler… Ortada bir iş var, motorculuk yapacaksın. Aldım elimi çeneme, düşündüm babam düşündüm.

Garer verdim ki motorculuk yapacağım. Getdim usdanın yanına. Gardaşım usda evendi, beni al yanına motorculuk belleyim, bana iş galmadı gayri. Başga iş galmadı, dedim. İhdiyarlığıma acındı, aldı beni yanına… Motoru sil, motoru yağla, motoru sil, yağla… Tam beş ay… yaa yavru, beş ay… Gazandım parayı, geldim köye… Bu parayı nasıl gazandığıma şaşdılar. Şaşsınlar yavru. Kimseciğe söylemedim Halil Usdanın mavini olduğumu.

Şimdi bizim köyün deliganlıları göya bana fiyaka yaparlar motorunan. Ben söylemem onlara motorun her yerini bildiğimi. Mavin olduğumu bilmezler (…), motoru söküp daktıklarından dolayı öğünürler. Bir bilseler Hösük Emmileri Halil Usdanın mavini.”

“Peki,” dedim. “Neden böyle üzgünsün öyleyse?”
“Ah,” dedi. “Bire oğlum, gençliğimde elime bu iş geçseydi, gençliğimde taraktor olsaydı… Bir elim yattı ki, taraktora… Halil Usda ne dedi bana biliyor musun, ne dedi? Emmi, dedi. Seni iki yılda usda ederim. Yaaa, öyle dedi işde.”
Ayağa kalktı. Hızlı hızlı yürüdü. Arkasından yetiştim. Kolumdan tuttu. Kolumu sıktı.

“Sonra, usda dedi ki: Hösük Emmi, sen usda olduğun zaman elalem barmağını ısıracak. Bu yaşda usda olunmaz, diyecekler. Sen bineceksin motura, basacaksın gaza. Arap at gibi şaha galgacak motur.”
Uzun bir sessizlik oldu. Sonra Hösük Emmi bir türküye başladı. Bu türkü aynen eski türküleri gibi oynak, canlıydı.
Türkü bittikten sonra kulağıma eğildi, çabuk çabuk:

“Usda olup köye geleceğim. Ömer Ağanın kapısına varacağım. Taraktorunu silip temizleyeceğim.
Ne söyler, ne sorarlarsa cuvap vermeyeceğim, gaz goyup, bineceğim üsdüne. Bütün köylü şaşıp kalacaklar, ağızları bir garış açık… Sonra ağanın garşısına varacağım: Ağa, diyeceğim. İş yok diyordun, bana taraktor usdası Hösük derler, verecek işin var mı? Bana verecek bir işin var mı? Yok dersen, başka yerde var, oraya giderim, diyeceğim.”

Gide gide Ceyhan suyunun yanına geldik. Su, ölü gibiydi. Yeni yeni şafak söküyordu. Suyun üstüne incecik bir ışık dalgası düşmüştü. Nehir, köye doğru yaklaştıkça ovaya yayılır ve kıyılarındaki yarlar kaybolur, çakıllı bir düzlük yayılır. İşte bu düzlükte bir ışık gördük, sonra ışık söndü. Biz ışığa yaklaştıkça ortalık da ağarıyordu. Yürüdükçe ortalık da iyiden iyiye ağardı. Biz de ışığın söndüğü yere yaklaştık. Büyük, turuncuya boyanmış bir traktörü siyah, ıslak kakülleri alnına düşmüş bir delikanlı yıkıyordu. Hösük Emmiyle az ötede durup seyretmeye başladık. Delikanlı traktörü yıkıyor yıkıyor, sonra da bir bezle iyice parlatıyordu.

Hösük Emmi yavaş yavaş traktöre doğru ilerledi, etrafını döndü. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Sonra traktörün tekerleğini sıvazladı. Sonra farlara baktı. Sonra her yerine baktı. Delikanlı çok uğraştığından Hösük Emmiye bakmıyor, bir şeyler de söylemiyordu.

Hösük Emmi neden sonra traktörden çekilip elini beline dayadı…
Traktörü parlatan delikanlıya sert bir sesle:
“Bana bak oğul,” dedi. “Bana baksana. Ben yarın, hemen yarın Yüreğir toprağına gediyorum.”
Yola düştük. Ayaklarımızın altında tozlar iki yana fışkırıyordu. Hösük Emminin ağzını köye varıncaya kadar bıçak açmadı.

Düşüncelerinizi Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir